Boğaziçi Üniversitesi Tarih ve Psikoloji bölümlerinden mezun olan ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlayan Doç. Dr. Nükhet Varlık, yıllardır salgın hastalıkların tarihini araştırıyor. Şu an Rutgers Üniversitesi ve South Carolina Üniversitesi Tarih Bölümü’nde görev yapan Varlık, Osmanlı tarihindeki veba salgınlarını global ekolojik tarih ekseninde incelediği ve Osmanlı tarihinde ölüm anlayışını değerlendirdiği iki kitap üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Nükhet Varlık, tarihteki salgınlarla karşılaştırıldığında Kovid-19’un öne çıkan özelliklerine ve Kovid-19’un olası küresel sonuçlarına yönelik sorularımızı yanıtladı.
İçinde bulunduğumuz günlerin tarihsel açıdan bir dönüm noktası olduğuna dikkat çeken Nükhet Varlık, geçmişte yaşanan pandemilerin küresel ölçekte dönüştürücü etkileri bulunduğunun ve Kovid-19 salgınının da dünyayı derinden etkileyecek sonuçlara yol açabileceğinin altını çiziyor.
Tarihçi Nükhet Varlık, Boğaziçi’nde geçirdiği günlerinden de bahsederek Kovid-19’u tarihteki salgınlardan ayıran özelliklere ve Kovid-19’un olası sonuçlarına yönelik sorularımızı yanıtladı. Nükhet Hoca’nın 11 gün boyunca bu hastalıkla savaştığı ve sağlığına yeniden kavuştuğu haberini de aldık. Kendisine bir kez daha geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarınız nasıl geçti? Burada aldığınız eğitim size ne tür katkılar sağladı?
Doç. Dr. Nükhet Varlık: 1997 yılında Tarih ve Psikoloji (çift anadal) lisans, 2000 yılında da Tarih yüksek lisans derecemi aldım. Aslında üniversiteye ilk başladığımda psikoloji alanında bir kariyer izlemeyi planlıyordum, ancak tarih dersleri almaya başlayınca fikrim birden değişiverdi. Tarihi çok sevdim ve daha üniversitenin ilk yılında tarihçi olmaya karar verdim. Dolayısıyla o yılları hayatımda çok önemli bir dönüm noktası olarak görüyorum. Keza bugün bir tarihçi olmamda Boğaziçi’nde aldığım eğitimin payı çok büyük. Boğaziçi Tarih Bölümü’ndeki hocalarımın bende çok büyük emekleri var. Her şeyden önce onlar bize bir tarihçi gibi düşünmeyi öğrettiler, aynı zamanda kendi tarihçilikleriyle örnek ve ilham kaynağı oldular. O dönemde birlikte okuduğum ve sonradan tarihçi meslektaşlarım olan arkadaşlarımın da bendeki etkisi çok önemlidir. Boğaziçi’nde aldığım eğitim ve yönlendirme olmasaydı şu an kariyerimde bulunduğum noktaya gelmem mümkün olmazdı. Bu eğitimi almanın büyük bir ayrıcalık olduğunun her zaman bilincinde oldum ve bundan dolayı Boğaziçi Tarih Bölümü’ndeki hocalarıma her zaman içimde derin bir minnet duygusu hissederim.
Pandemi tarihi üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Salgın hastalıkların tarihine olan ilgim de Boğaziçi’ndeki ilk yılımda başladı. Bu konuyla ilk olarak Prof. Dr. Nevra Necipoğlu’nun Bizans tarihi dersinde okuduğumuz bir kaynakta karşılaşmıştım. Prokopius’un İstanbul’da Jüstinyen vebasını tarif ettiği sayfaları okuduğumda, bu konu çok ilgimi çekti. O derste Jüstinyen vebası üzerine bir ödev hazırladım. Daha sonraki yıllarda aldığım başka tarih derslerinde de tarihteki diğer veba salgınlarını ve başka hastalıkların tarihini daha yakından inceleme fırsatım oldu. Lisans eğitimimi tamamladığımda Osmanlı tarihinde hastalıklarla ilgili bir konuda çalışmak istediğime karar vermiştim ama yüksek lisans döneminde bu fikir daha da netlik kazanmış oldu. Yüksek lisans tezim için Osmanlıca bir veba risalesini inceledim ve bunun üzerine bir tez hazırladım. Tüm bunlar beni doktora eğitimim için hazırladı ve yüksek lisansı bitirir bitirmez Chicago Üniversitesi’nde doktoraya başladım. O zamandan beri Osmanlı’da veba tarihi üzerine çalışmalarımı sürdürüyorum.
Bugün de ciddi bir salgınla karşı karşıyayız… Kovid-19’un geçmişteki pandemilerle benzeşen ve farklılaşan özellikleri nelerdir? Kovid-19’u hangi tarihsel koşullar bir pandemi haline getirdi?
Kovid-19’un geçmişteki pandemilerle benzeşen tarafları var tabii ki. Virüsün hayvan kaynaklı olması, geniş bir coğrafyaya hızla yayılması, kitlesel ölümlere neden olması ve yayıldığı toplumları kökten değiştirecek güce sahip olması temel benzerlikler. Her ne kadar bu benzerlikleri taşısa da Kovid-19 yaşadığımız önceki salgınlardan farklı. Esasen salgın bilimcilerin uzun yıllardır korkuyla beklemekte oldukları bir pandemi bu. Bunun için gerekli bütün unsurlara sahip: Yeni bir virüs olduğu için yayıldığı popülasyonlarda daha önceden bir bağışıklığın bulunmaması, hızlı bir şekilde ve geniş bir coğrafyaya yayılabilmesi (bunda kişiden kişiye bulaşabilmesi ve özellikle hava yoluyla yayılması kritik önem taşıyor) ve virüsün enfekte etme kapasitesinin yüksek olması. Ayrıca virüsün, enfekte ettiği bireylerde ciddi bir hastalığa yol açması ve bazı durumlarda bu hastalıkların ölümle sonuçlanması büyük önem taşıyor. Tabii bunun üzerine günümüz dünyasının küresel hava trafiği, hızlı ulaşım yöntemleri, metropollerdeki nüfus yoğunluğu ve insan hareketliliği de eklenince bu pandemiyi bir kâbus senaryosu haline getirecek bütün unsurların var olduğunu görüyoruz. Bu şartlar altında başka türlü olması da beklenemez zaten. Bu satırları yazdığım sırada konfirme edilmiş küresel vaka sayısı bir milyonu, ölü sayısı ise elli bini geçmiş durumda. Bu sayıların önümüzdeki haftalarda hızla artmaya devam edeceğini biliyoruz.
“Toplumların kendi inanış ve bilgileri, geçmişteki salgınlarla mücadele yöntemlerini belirledi”
Salgın hastalıkların kontrol altına alınması konusunda tarihte başarılı olarak nitelendirilebilecek mücadele örnekleri var mı?
Görece başarılı diyeceğimiz birtakım örnekler var tabii ki, ama bunlar genellikle 20. yüzyıldan öncesine pek gitmiyor. Örneğin, ilk aklıma gelen 1918’deki İspanyol gribi diye bilinen pandemi sırasında farklı Amerikan şehirlerin tutumlarının farklı sonuçlar yaratmış olması. Hastalığın Amerika’da hızla yayılmaya başladığı 1918 sonbaharında, St. Louis gibi bazı şehirler erken tedbir alıp okulları, kiliseleri kapatmış; kalabalık toplantıları yasaklamış ve bugün bizim anladığımız anlamda sosyal mesafeyi korumaya yönelik birtakım önemlerle salgını yavaşlatabilmişlerdi. Philadelphia gibi diğer yerlerde ise bu tedbirlerin alınmasında geç kalındığından salgının bilançosu çok daha ağır oldu. Sonuç olarak Philadelphia’daki ölü sayısı St. Louis’dakinin iki katından fazlaydı. Salgının yayılmasını durduramasa bile yavaşlatacak önlemlerin alınmasının yol açtığı fark, en azından yüz yıl öncesinde tecrübe edilmişti.
Ancak bu türden örnekleri daha erken dönemlerde aramak doğru olmaz. Mikrobiyoloji bilimi ancak 19. yüzyılın sonlarında gelişmeye başladı. Enfeksiyon hastalıklarına mikroskobik organizmaların neden olduğu görüşü kabul edilmeye başlandı. Salgına yol açan mikroorganizmaların incelenmesi ve bunların nasıl bulaştığının tespit edilmesi de bu hastalıklarla mücadele etmek için yeni yöntemlerin geliştirilmesine yardım etti. Her ne kadar farklı dönemlerde salgın hastalıklardan korunmak için birtakım önlemler alınmış olsa da bunlar kimi zaman modern mikrobiyoloji anlayışına ters düşebiliyordu. Biz bugün Kovid-19’un yayılmasını yavaşlatmak için sosyal mesafeden ve insanların kalabalık mekanlarda bir araya gelmesini önlemekten bahsederken, tarihteki kimi salgınlarda bunun tam tersinin uygulandığını görebiliyoruz. Örneğin; tarihteki salgınlar sırasında hastalığı defetmek için toplu halde dua ya da ayinler düzenlendiği, kalabalık gurupların katıldığı alaylar, toplantılar tertip edildiği kaynaklarda yazıyor. Bu pratikler aslında salgınla mücadele etmek adına yapılmış şeyler. Modern salgın bilimi ve mikrobiyoloji çerçevesinden yaklaşırsak bu pratikleri akıldışı bulmamız kaçınılmaz. Ancak bu şekilde yaklaşırsak bu toplumları gerçekten anlayabilir miyiz? Bu tür pratiklere toplumların kendi inanış ve bilgi çerçevelerinden yaklaşmak gerekir.
“Bu salgın dünyayı derinden etkileyen sonuçlara yol açacak”
Geçmişteki salgın hastalıklar insanların yaşamlarında ne tür değişimlere yol açtı? Şu an bizlerin de tarihin akışı içinde bir dönüm noktası yaşadığımız söylenebilir mi? Bundan sonra bizi neler bekleyebilir?
Halihazırda bu felaketi yaşamakta olduğumuz ve ne zaman ve ne şekilde sonlanacağını tam olarak bilemediğimiz için bu uzun vadeli değişimler hakkında konuşmak güç. Yine de bazı teorisyenler bu pandeminin dünya düzeninde köktenci birtakım değişikliklere yol açacağına dikkat çekiyorlar. Kitlesel ölümlere yol açan büyük pandemiler şüphesiz toplumları kökten değiştiren önemli güçler olarak değerlendirilebilir. Tarihte bunun sayısız örneğine rastlayabiliriz. Her ne kadar kimileri tartışmalı olsa da şimdiye kadar tarihçiler tarafından öne sürülmüş olan bu türden tespitler arasında Roma İmparatorluğu’nun çökmesi, çağların kapanıp yeni çağların açılması, Avrupa’da feodal rejimin çökmesi gibi önemli birtakım siyasi, ideolojik ve ekonomik dönüm noktalarına vurgu yapılabilir. Bunun dışında, dinlerde ve dillerin yapısındaki değişiklikler, edebiyat, sanat ve kültür alanında ve toplumların zihniyetinde oluşan bir dizi değişimler tarihteki pandemilerle ilişkilendirilmiştir. Bütün bunları bilip de yaşadığımız pandeminin küresel ölçekte kökten dönüştürücü etkileri olmayacağını düşünmek doğru olmaz. Nitekim bunların bazıları hakkında fikir edinmeye başladık bile. Öncelikle sanal teknolojilerin iş hayatının birçok dalında daha aktif olarak kullanılacağını gözlemliyoruz. İnsanlar salgın sırasında mümkün olduğu ölçüde evlerinden çalışmayı sürdürüyorlar. Eğitimde de her ne kadar sınıfta öğrencilerle yüz yüze ders yapmak gibi olmasa da sanal yollarla derslerimizi sürdürmeye çalışıyoruz. Bir yandan da sosyal faaliyetler sanal ortamlarda gerçekleşiyor. Ebeveynler çocukları için sanal doğum günü partileri düzenliyorlar. Yoga dersleri sanal olarak veriliyor. Müzeler koleksiyonlarını sanal ortamda ziyaretçilere açtılar. Bunun gibi birçok alanda sanal teknolojilerin şu ana kadar yararlanmadığımız uygulamalarını keşfediyoruz. Tüm bunlar daha az seyahat etmemize ve daha az fosil yakıtı tüketmemize neden olacaksa, hava kirliliğine ve iklim değişikliğine bir nebze de olsa hafifletici etki edecekse, o zaman bu sanal teknolojileri daha aktif olarak kullanmalıyız. Bunun kanıtları şimdiden önümüzde: Çin’de, Amerika’da ve daha birçok yerde büyük şehirlerdeki trafiğin yok olması birden bir hava kirliliğine olumlu bir etki yaptı. Yine de şunu unutmamak gerek: Bu salgın toplumlardaki temel eşitsizlikleri daha da keskin bir şekilde gözümüzün önüne seriyor. Ne kadar elzem de olsa, evde kalmanın yine de bir ayrıcalık olduğunu hatırlayalım. Böyle kriz dönemlerinde toplum için hayati hizmetler sağlayan sağlık görevlileri, uzun yol kamyon şoförleri, posta ve kurye dağıtım görevlileri, belediye temizlik hizmetlileri, süpermarket ve restoran çalışanları bu salgın boyunca her gün işe gitmeye devam etmek ve kendi hayatlarını tehlikeye atmak durumundalar.
Bu pandeminin açığa çıkardığı bir diğer sorun da günümüzdeki otoriter rejimlerin pandemiyi kontrol altına almak için bireysel özgürlükleri hiçe saymalarına, baskıcı tutumlarına ve şiddete karşı artan derin memnuniyetsizlik. Bunun belirtileri Çin’de görülmeye başlandı bile. Salgının ilk haftalarında hastalıkla ilgili haberlerin sansürlenmesi, Çin’deki komünist rejime karşı memnuniyetsizlik ve direnme örnekleri günden güne çoğalıyor. Daha salgının ilk günlerinde sosyal medyada bu tehlikeye dikkati çeken paylaşımlar yaptığı için Çin hükümeti tarafından “söylenti yayarak toplumsal düzeni bozma” suçlamasıyla soruşturmaya tabi tutulan ve ardından da Kovid-19’a yakalanıp hayatını kaybeden Dr. Li Wenliang bu direnişin bir sembolü haline gelmiş durumda. Rusya ve İran’dan da buna benzer haberleri alıyoruz. Kimilerine göre bu pandemi baskıcı tüm dünyada rejimlerin sonunu getirebilir. Bunun tam tersini iddia edenler de var. Global ekonomik kriz, Avrupa Birliğindeki çözülmeler, Amerika Birleşik Devletleri’nin yakın geleceğindeki politik ve ekonomik değişimler de dikkate alınmalı. Tüm bunlar hükümetlerin kriz idaresi ve yerel ihtiyaçlara öncelik verme adına milliyetçi söylemleri artırmalarına yol açabileceği, küreselleşme karşıtı popülist rejimlerin yükselişe geçebilecekleri de salgının muhtemel sonuçları olarak tartışılan konular arasında. Bizi neyin beklediğini tam olarak kestiremiyoruz ama bu salgının dünyayı derinden etkileyecek sonuçlara yol açacağından emin olabiliriz.
Güncel araştırmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?
Şu sıralar iki ayrı kitap üzerine çalışıyorum. Bunlardan biri, Osmanlı tarihindeki veba salgınlarını global ekolojik tarih ekseninde incelemeyi hedef alıyor. Buradaki amacım 600 yıl boyunca Osmanlı coğrafyasında hüküm sürmüş veba salgınlarının büyük dönüşümlerini yakalayabilmek ve geçmişteki salgınların iklim, ekoloji, biyolojik çeşitlilikteki değişimlerle ilişkilerini tespit etmek. Ancak böyle uzun soluklu çalışmalar sayesinde hastalıkların uzun dönemlerdeki seyrini ve önemli kırılma noktalarını yakalayabiliyoruz. Bu çalışmayı yürütürken esasen cevap bulmak istediğim soru şu: 14. yüzyıldan beri yüzyıllarca süregelmiş olan veba hastalığı bu bölgeden neden kayboluyor? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Her ne kadar bu konudaki genel geçer görüş Osmanlı’da karantina usulünün benimsenmesinin veba salgınlarını durdurduğu yönünde olsa da ben bu olgunun iklim ve çevre koşullarıyla bağlantılarını inceleyip daha karmaşık bir tarihsel süreçle açıklanması gerektiğine inanıyorum. Bu araştırmamda, aralarında paleogenetikçi, iklim bilimci, arkeolog ve diğer meslektaşların da olduğu bir araştırma gurubu ile birlikte çalışıyorum. Böylelikle hem tarihsel kaynaklardan yararlanıyor hem de ağaç halkalarından tutun da laboratuvar ortamında insan kemik ve diş örneklerinde veba basilinin antik DNA’sını aramaya uzanan farklı türde kaynakları kullanarak Osmanlı’da veba hastalığının tarihini araştırıyoruz.
Üzerinde çalışmaya devam ettiğim ikinci kitap da Osmanlı tarihinde ölümle ilgili. Uzun yıllardır ilgimi çekmekle birlikte son bir iki yıldan beri daha ağırlıklı olarak çalışma fırsatı bulabildiğim bir konu. Bu çalışmada amacım Osmanlı toplumundaki ölüm ile ilgili inanış, bilgi ve pratiklerin zaman içinde nasıl değiştiğinin izini sürmek. Bunları incelemek Osmanlı toplumundaki bireyselliğin öneminden tutun da ölü bedenlere uygulanan şiddetin sorgulanmasına, şehir surlarının dışında mezarlıklar açılmasının erken modern devlet oluşum sürecindeki işlevine kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde şaşırtıcı sonuçlara ulaştırdı beni. Her iki kitabı da önümüzdeki birkaç yıl içinde yayınlamış olmayı umuyorum.
Nükhet Varlık kimdir?
Nükhet Varlık, 1997 yılında Boğaziçi Üniversitesi Tarih ve Psikoloji (çift anadal) bölümlerinden mezun oldu. 2000 yılında, aynı üniversitede Tarih Anabilim Dalı yüksek lisans programından master derecesini aldı. 2008 yılında Chicago Üniversitesi’nde doktora derecesine ulaştı. Rutgers Üniversitesi ve Güney Karolayna Üniversitesi Tarih Bölümü’nde görev yapan Varlık, doçent olarak akademisyenliğine devam ediyor. Osmanlı tarihinde veba salgınları konusunda birçok makalesinin yanı sıra, dört ödül kazanan kitabı Plague and Empire in the Early Modern Mediterranean World: The Ottoman Experience, 1347–1600 (Cambridge Üniversitesi Yayınevi, 2015; Türkçe çevirisi: Akdeniz Dünyası’nda ve Osmanlılarda Veba, 1347-1600 (Kitap Yayınevi, 2017) ve yayıma hazırladığı Plague and Contagion in the Islamic Mediterranean (Arc Humanities Yayınevi, 2017) adlı bir derleme çalışması var. Varlık, Journal of the Ottoman and Turkish Studies Association (JOTSA) dergisinin editörüdür.